‘Ağlatma
beni çocuk’ sözü kulaklarımdan hiç çıkmayacak büyük üstad, ağabey, Hulki Aktunç’un
anısına...
***************************************
‘Kimi insan
şehir insanıdır. Sadece kentte yaşamaz, aynı zamanda kenti de yaşar. Biraz da
fanatiktir şehri için. Onu alıp da Istanbul’dan mesela New York’ta, hatta
Londra’da yaşamaya ikna etmeniz zordur. İlla kendi şehridir onun için birincil.
Yine de, Londra’ya, Paris’e, Amsterdam’a gider, bir süreliğine kah turist gibi,
kah gezgin gibi o şehirlerin havasını solur ve yine kendi şehrine döner. Ait
olduğunu hissettiği yuvasıdır orası çünkü ’
Ben hiç şehir insanı olamadım. Bir
kente aidiyet duyduğumu da hatırlamıyorum. Bir şehirden diğerine savrulduğum
ve bir yerde bir türlü kalıcı olamadığım için olsa gerek bunun sebebi. Yine de
derinden bunun bir eksiklik olduğunu hissettiğim
içim midir bilmiyorum şehir insanına gıpta edişim. O yüzden ne zaman bir şehre
varsam, onu yaşıyor gibi yaparım. En azından denerim, bir kaç saat bile olsa...
Şehirler bir anlamda kaçıştır
benim için. Aslında bir çoğumuz için doğrudur bu benzetme. Herkesin bir şehri
vardır. Oraya kaçar, kalabalığın içine karışır ve kaybolur. En güzel yalnızlık
budur! İnsanın kendi kendine en çok söylendiği, hayatla hesaplaştığı, vitrin
camlarında kendini izlediği, gelip geçen yüzlerde geçmişi hatırlayıp geleceği
düşlediği, bir arabanın altında kalmamak için hem hızlı hareket edip hem de
kimi yerde kaplumbağa kadar yavaş olduğu, kokuların peşine takılıp ya yediği ya
da içtiği, kulağa hoş gelen bir melodinin ardında kendini bir konser salonunda
ya da bir sokak çalgıcısının yanında bulduğu, galerilerin içinde renklere anlam
yüklemeye çalıştığı, son model bir bisiklet görüp de ‘ah biraz daha param olsa
keşke’ dediği, güneş açtığında sevindiği ve bu kadar çok seyi aynı andan nasıl
düşünebildiğine şaşırdığıdır şehirde olmak.
Oxford’un küçük bir köyünde
yaşamam bu kaçışlar için bana daha fazla bahane verir. Bir yerlerde kalmış,
saklanmış şehir çocuğunu sevindirmek için iyi bir fırsattır bu. O yüzden,
maalesef bir kaç saatle kısıtlı dahi olsa severim Londra’nın sokaklarında
kaybolmayı.
Genelde başlangıç noktası şehrin
neredeyse tam merkezi sayılabilecek Holborn’dur benim için. Oxford Street’in
kuru turist kalabalığının pek adım atmadığı ancak St. Paul Katedrali ya da Tate
Modern’i ajandasına yazmışlar için bildik bir duraktır Holborn. Onun dışında
şehrin finans ve de kurumsal hayatında, bir çamaşır makinesinin içine düşmüş
gibi hızlı bir devir ile yaşayan iddialı insanların semtidir. Kimine göre
albenili, kimine göre sevimsizdir. Oysa ki, üzerine yapıştırılmış züppe kimliği
ara sokaklara girdikçe değişir ve her yerde olduğu gibi burası da insanı
heyecanlandıran şaşırtan sürprizlerle doludur.
Holborn metro istasyonunun hemen
arkasına düşen Lincoln’s Inn bir çok insan gibi benim için de bulunmaz bir
dinlenme noktasıdır. Takım elbisesine aldırmadan çimlere yatmış, yüzünü utangaç
Britanya güneşine vermiş adamlardan tutun da, köpeğini gezdiren kokoş
hanımlara, ya da kafasında inşaat kaskıyla öğlen bahanesiyle bir bira
vuvarlayan göçmen işçilere kadar bir çok faklı insan fotoğraf karenizin içine
girer. Elimde bir kahve, ya da ana caddedeki Japon lokantasından aldığım ‘miso’
çorbası ile güdük bir ağacın altına oturup ben de bu kervana katılırım.
Bu küçük meydan içinde oldukça
keyifli bir butik müzeyide barındırır. Bunu bilen azdır. 18. yüzyılın ikinci
yarısında yaşamış egzantrik kişiliği ile bilinen mimar Sir Soane yaşadığı evi
aynı zamanda nadide sanat ve arkeoloji koleksiyonu sergilediği bir müzeye
dönüştürmüştür. Eğer elinizde bir rehber kitap ya da harita yoksa binanın bir
müze olduğunu farketmeden geçebilirsiniz.
Ben, bugün, bu müzeyi bir kez
daha pas geçtim. Çünkü pek keyfim yok! Belli bir sebebi olsa keşke diye
düşündüm bu keyifsizliğimin. Hani bir ad versem mesela ona; yalnızlık desem,
bıkkınlık desem, şu güzel havada bir ofisin içinde eriyip gitmenin
farkındalığının yarattığı buhran desem...
Lincoln’s Inn’in güneyinde kalan
ve meşhur, bu dünyanın başına bir çok ekonomik belayı saran bazı egosentrik
üstadların tozunu yuttuğu, London School
of Economic’e açılan ve adının neden Sardinia olduğunu pek anlayamadığım
sokaktan geçip, vızır vızır trafiğin işlediği Kingsway Caddesi’ne çıktım. Eğer
sola dönüp güneye doğru yürüseydim Strand’ı geçip Waterloo Köprüsü’nde
bulacaktım kendimi. Bunu nedense istemedim ve kırmızı ışıkta bekleşen bir
Amerikalı tur grubunun peşine takılıp onları Great Queen’s Way caddesindeki
Mason Locası’na kadar takip ettim. Eğer ayağımda beyaz spor ayakkabılar, dize
kadar çekilmiş beyaz çoraplar ve krem rengi bir pantolon olsaydı rahatlıkla
onlardan biri olabilirdim. Ama bunların hiçbiri üzerimde yoktu. Şatafatlı loca
binasının merdivenlerinde kendilerini takip ettiğimin zerre kadar farkında
olmayan grubu bıraktım. Yolun karşısındaki Japon lokantası Itsu’nun
kaldırımında bir süre durdum. Bir adamla, kendinden yaşca genç bir kız oturmuş
kavga edercesine konuşuyorlardı. Adam tanıdığım birine benziyordu ama kime
benzettiğimi bir türlü çıkaramadım. Adama gidip, bir yerden tanışıyor muyuz
demek isterdim ama bunun fazlasıyla aptalca olacağını düşünerek, eski bir
dostla ne zaman Londra’ya gelse oturup iki tek attığımız, karşı kaldırımdaki
Prince of Wales’in kapısından içeri girdim. Pub neredeyse bomboştu. Barda hızlı
hızlı etrafı elindeki bezle cilalarcasına hışımla silen barmene tuvaletin
yerini sordum. Genelde üst sınıfın tuvalet için kullandığı ‘loo’ kelimesini
İngiliz bile olmayan bir barmene tuvalet sorarken kullanmış olmamı yadırgadım,
ama kayınvalidem yanımda olsaydı benimle gurur duyardı diye düşünerek kendi
kendime kıkırdadım. Eski ahşap ve
amonyak kokusunun işgal ettiği dar bir koridordan geçip, labirenti andıran ve
bir kaç kapıyı itip çekerek ancak girilen basık tuvalettin ihtişamlı
pisuvarında öğlen içtiğim tuzlu miso çorbasını tekrar doğaya kazandırdım.
Tuvaletten çıktığımda barmen hala etrafı silmekle meşguldü ve bir içki bile
almadan pubdan çıkıyor olduğumu farketmedi bile. Oysa ki bir bardak, ya da
İngilizlerin deyimiyle bir ‘pint’ London Pride birası alıp eski dostumu
yadetmek için harika bir fırsattı ama yalnızken içki içmeye pek yatkın bir adam
olduğum söylenemez!
Prince of Wales’in önünde bir
süre kaldırıma saplanmış gibi durdum. Eski dostum ile en son işte tam bu
noktada iki bira vuvarlayıp, yaşadığı dayanılmaz aşk acısını konuşmuştuk.
Sevdiği kadının başka birini gönlünü kaptırmış olması değil de, bunu son
dakikaya kadar farketmemiş olması nasıl mümkündü? Pılını pırtını toplayıp başka
bir ülkeye kaçmakla, hayatına son vermek arasındaki bir karar vermek istiyordu.
İkincisini tabii ki su içer gibi yuvarladığı London Pride biralarının beyin
hücrelerine verdiği "zırvala" emriyle söylediğini düşündüm. Hayatına son
vermeyeceğini bilsem de, yine de tedbiri elden bırakmamak için bizde kalmasını
önerdim. Sohbetimiz aşk acısından, yanımızda duran hatunun bisikletinin ne kadar
‘retro’ olduğu noktasına kaymasıyla beraber benim de biraz olsun içim rahatlar gibi
oldu ve gece oteline dönmesine göz yumdum.
O geceden sonra bu taraflara epeydir
yolum düşmemişti. Oysa her şehir insanı gibi, Covent Garden’a, Soho’ya,
Piccadilly’ye daha çok gitmeli; kitapçılarda, sanat galerilerinde ya da ekzantrik
eşyaların satıldığı gizli saklı ara sokaklarda kaybolmalıydım. Gece düşmeye
yakın, loş bir barda bir kadeh merlot yuvarlayıp Akdeniz güneşine hasret
yüreğimi teskin etmeli, rengarenk Lamy dolma kalemlerim ile mürekkeplerin
parmak uçlarımı boyamasını izlemeliydim. Ancak kaybolmuş yüreğim bir şehir
insanı olamayacak kadar aidiyetten uzak ve küskündü...
Long Acre caddesi boyunca yürüdüm.
Burası sağlı sollu insana ‘tüket’ dedirten dükkanlarla doludur. Tüketme
niyetlerinin nerede olduğunun pek farkında olmayanlar için bu caddeye kumarhane
desek yanlış olmaz! Hesapta olmayan, ‘bu memleketten daha ucuz’ denerek
alınan ve bir kısmı gardroplarda unutulan giysiler için yüklüce bir miktar
paranın bırakıldığı kasalar, eğer benim gibi bir süredir burada yaşıyorsanız,
çoktan cazibesini yitirmiş yerlerdir. Ama bu cadde bir kitapçı vardır ki, işte
benim için en tehlikeli yer burasıdır. Caddenin bitimine yakın sol kanatta koyu
kırmızıya çalan afişi ile Stanfords belki de dünyanın sayılı gezi ve coğrafya
kitapçısıdır.
Stanfords’un kapısında içeri her
girişimde kendimi şekerci dükkanıma girmiş bir çocuğun yaşadığı haz içinde
bulurum. Kitapların büyüsüne dalarak hiç gitmediğim coğrafyalarda saatlerce
kaybolarak dünyayı tavaf ederim. Ancak ne zaman ki artık gitme vakti gelir,
işte bu rüyadan uyanıp Bostwana’da safariyi bırakmak, ya da Luang Prabang’ın
tozlu sokaklarına elveda demek içimi acıtır. Kapıdan girerken yaşadığım haz bir
anda tarifsiz bir hüzne dönüşür. Bu hüznü yaşayacak gücüm olmadığından bugün
sadece Stanfords’un vitrininde beliren hayalet silüetime bakmakla yetindim. Beliren
görüntümden çabucak kaçmak için kendimi hızla Çin mahallesine verdim. Havaya
sinmiş iştah açıcı kokulara aldanarak kendini açık büfe önlerine atmış turist
gruplarının yanlış yaptıklarını anlatmak; Çin lokantalarında açık büfenin hiç
bir şeye benzemediğini söylemek isterdim ama kimsenin beni dinlemeyeceğini,
açık büfelerin tatsız tuzsuz lezzetlerinin yine de beğenilerek yenileceğini
biliyordum.
İnsan kalabalığından dolayı Çin
mahallesinden Piccadilly’ye yürümenin bir azap olduğunu çok iyi bilmeme rağmen Leicester
meydanı istikametinde ödün vermedim. İngiliz İngilizcesinin azizliğinin yarattığı
kargaşa sebebiyle kimilerinin Laykıstır, Leykıstır ya da Leyçistır diye
telaffuz ettiği ama doğrusu Lestır olan ve bir çok havalı filmin galasının
yapıldığı bu meydanı uçar adım aştım. Bu arada karşı yönden gelen insan seli
içinde yediğim omuzların ve üzerlerine basmamak için maksimum gayreti
gösterdiğim köpekciklerin sayısı sayamacağım kadar çoktu!
Piccadilly’ye vardığımda renkli
reklam panolarına arkalarını verip resim çektiren Japon gençlerinini ilgiyle
izledim. Bu ırkın her resim çekilişinde elleriyle neden zafer işareti yaptığını
bir türlü anlayamadığımı yanımdaki Japon çocuğa kibarca sordum. Alındı da mı cevap vermedi, yoksa İngilizce mi bilmiyordu emin değilim, ama ben sanki o soruyu hiç sormamışım, ya da yokmuşum gibi davrandı. Bu gençlerin ışıklı panoda dönen Sanyo reklamına gösterdikleri ilginin
aynısını, acaba Ülker Hanımeller bisküvi reklamı olsa gösterir miydim
diye düşündüm. Tabii bu çıkarımımı kimseyle paylaşmadım. Yalnız ruhumun kendi
esprilerine içinden gülmesine müsaade ettim.
Bugün son durağımın Piccadilly
olacağını biliyordum. Hüznün, beni ben yapan bir şehrin izlerini barındıran ama
bir o kadar da aptalca olduğunu bildiğim
bir noktaya getireceğinden emindim. Onu ilk gördüğümde ne hissettiğimi tam
hatırlamıyorum. Costa Kafe’nin hemen dibinde asil ve gururla duruşunu takdir
ettiğimi anımsıyorum. Kendi ismiyle hele hele ‘ü’ ‘ı’ gibi telaffuzu zor
harfleri içinde barındıran adıyla hiç çekinmeden ve utanmadan ‘Kahve Dünyası’
kimliğini, Piccadilly’ye gelen şehir insanlarının burnuna sokmasını takdir
ettiğimi söylemeliyim. Bu gururla kapıdan içeriye girdim ve iştah kabartan
çikolata ve pastalara göz ucuyla baktım. Sol taraftaki küçük masacıklardan
birine sırtımı duvara verecek şekilde sığındım. Sel gibi sokakta gelip geçen insanlara
dalmışken, ‘şiparişinizi alabilir miyim?’ diye soran genç kızın sesiyle
dünyaya döndüm. Kısa boylu, sempatik yüzlü garson kız sorusunu tekrarladı.
Türkçe mi yoksa İngilizce mi cevap vermem gerektiği konusunda tereddüt ettim.
Soruyu İngilizce sorduğu için İngilizce ‘Türk kahvesi lütfen’ diye yanıtladım. Sonra
Türkçe ‘sade’ demem ile ‘Türk olduğunuzu tahmin etmeliydim’ dedi garson kız.
Bunu derken gözlerindeki gurbet yalnızlığını, aile özlemini, Piccadilly değil
de Galata’da eski bir kahvede arkadaşlarıyla olmak ya da hepsinden öte az şekerli bir Türk kahvesini annesinin fesleğen kokulu balkonunda, onunla beraber yudumlamak istediğini okuyabiliyordum.
O an kolundan tutup, ‘hala geç değil, şimdi bir uçuğa atlayıp üç buçuk saat
sonra annenin kokusunu içine çekebilirsin çocuk’ demek isterdim!
Alim Erginoğlu – Haziran 2014,
Londra