Cuma, Ekim 30, 2009

Yıldızların Yere İndiği Gün...


Kucağımda bir bilgisayar ile bu satırları yazarken, buzdolabı mutfakta tam performans çalışıyor. Çamaşır makinasına 40 dakika önce koyduğum çamaşırların suyu sıkılmakta; kızım Mavi, televizyonun karşısında bir çizgi filmi ilgiyle izliyor. Masamda Honda'nın yeni çıkardığı hybrid arabanın reklamı... Çevreme şöyle bir bakıyorum. Her tarafta, her noktada elektrik. O kadar bağımlıyız ki, hani hiç olmadık bir iş gelse dünyanın başına, bir süreliğine elektriksiz kalsak, halimizi düşünmek ürkütüyor. Bulaşıklar elde yıkanacak; buzdolabındaki güzelim hellim peyniri yenmezse bozulacak; bilgisayar atılıp tavan arasından daktilo çıkacak; cep telefonu cepte süs olacak; hükümet üyeleri parti logolarını ampulden muma çevirecekler... Liste uzayıp gider, on bilim kurgu filmi çekecek kadar malzeme çıkar.

Bazı olgulara o kadar alışıyoruz, o kadar parçamız gibi hissediyoruz ki, onlar olmadan yaşamış bir kuşağın olduğunu aklımıza dahi getirmiyoruz. Oysa ki, elektriksiz günleri yaşamış büyüklerimiz var. Enerjinin öneminin her geçen gün arttığı bu dönemde Datça'ya yaptığım kısa ziyarette gördüğüm, rüzgardan elektrik üreten pervaneler beni çok etkiledi. Doğanın insana hediye ettiği rüzgarı elektriğe dönüştürmek müthiş!

Bu yaz babamla Datça'da bahçemizde oturup sohbet ederken bana yıllar önce anlattığı 'elektrik' anısını kısaca yazmasını istedim. Sağolsun beni kırmadı, hiç beklemeden kaleme sarıldı, bir iki satır karaladı benim için. Şimdi şöyle arkamıza yaslanıp babam Özdemir Erginoğlu'nun çocukluğuna gidelim.

Beş veya altı yaşlarındayım. 1930'ların sonu... Dünyada kazan kaynamak üzere. Devrek o zamanlar üç bilemediniz dört bin nüfuslu bir kasaba. Yokluk ve sıkıntılarla dolu bir dönem. Annem, benden 8 ve 10 yaş büyük olan ablam ve abim ile yaşamaktayız. Babamı kaybedeli üç yıl kadar olmuş. Uçları sararmış bir kaç resme bakıp onu hatırlayıp hatırlamadığımı düşünüyorum. Uzunca boylu bir adam. Gözleri maviymiş benimki gibi. Resimlerine bakınca giyimine dikkat eden bir memur olduğu her halinden belli oluyor. Şapkası, ceketi, kravatı ve bastonu; hepsi birbiriyle uyum içinde.




Annem yetim kalan üç çocuğuna bakabilmek için elinden ne gelirse yapıyor. Babamın emeklilik çağı gelmeden vefatı bizi memuriyet aylığından da mahrum bırakmış. Geceleri gaz lambasında dikiş diken güçlü bir Anadolu kadını gözümün önünde. Bahçemizde yetiştirdiğimiz meyve sebzeler ve de tavuklarımızın bize sunduğu yumurtalar evin temel ihtiyaçlarını karşılamakta bize bir nebze olsun yardımcı oluyor.

Günlerden bir gün, annemin en büyük kardeşi olan Fatma teyzemin gelininin Zonguldak'taki hastanede doğum yaptığı haberini aldık. O zamanlar hastanede doğum yapmak öyle alışıldık bir şey değil. Belli ki büyük teyzem Fatma hanım, gelen bebeğin ailedeki ilk torun olması sebebiyle, hastane doğumunda ısrarcı olmuş. Ailenin ilk torununu görmek üzere annem beni de yayına alarak Zonguldak'a gitme kararını vermiş. Zannedersem, bu çocuk yaşımda hatırladığım ilk Zonguldak seyahatim.


Otobüzümüz o yılların şartlarına göre kamyondan bozma bir araç. Devrek ile Zonguldak arasında günde bir sefer var. Otobüs tıklım tıklım. Bana oturacak yer yok. Annemim kucağında heyecanla dışarıyı seyrediyorum. Mevsimlerden ilk bahar. Hava ılık. Devrek deresi hızla akıyor. Dağlar gür agaçlar ile yeşile bezenmiş. Otobüsümüz sanki kükreyen bir aslan gibi homurdanarak yola çıkıyor. Devrek ile Zonguldak arası 47 kilometre. Yola yol demek için bin şahit ister... Yılankavi virajlarla dolu ve bozuk şose bir zemin...

O yıllarda Devrek ilçesinde ne bir elektrik santrali, ne de bir bağlantı hattı olmadığından her türlü aydınlatmamız petrol lambaları ile sağlamakta olduğumuzu belirtmeliyim. Alaca karanlık düştüğünde, otobüsümüz Zonguldak'ı uzaktan kuş bakışı gören Gaca Köyü mevkine vardı. İşte o anda yolcular bir ağızdan 'Zonguldak' göründü dediler. Hayatımda ilk defa elektrik ampulleri ile aydınlatma görmenin şaşkınlığı ile ben 'Anne bak! Yıldızlar yere inmiş!' diye haykırmışım. Yolcular epeyce gülüşmüşler. Şehirde vardığımızda sokak lambalarının ampullerini görüp onların yıldız olmadığını anladım.

Babam bu hikayeyi bir kağıda yazıp bana verdi. Sonra, annemin hiç haz etmediği purolarından birini keyifle yakıp bahçedeki şezlonguna oturdu. Purosundan derin bir nefes içine çekti. Denize doğru uzun uzun baktı. Benim onu seyrettiğimi farketti mi bilmiyorum. Alaca karanlık çökmek üzereyken sokak lambaları bir bir yanmaya başladı. Babam hafiften gülümsedi. Elektrik ampullerini ilk gördüğü günü mü düşündü, yoksa yavaştan belirmeye başlayan yıldızlara bakıp değişen dünyayı mı?


Resim 1: Dedem İsmail Hakkı Bey (sağ başta) - Bu fotoğrafın arkasına dedem el yazısı ile 1928 Mudurnu notunu düşmüş. Gorev sebebiyle mi Mudurnu'daydi, kim bilir?


Resim 2: Dedem İsmail Hakkı Bey (sol başta) - Bu fotoğrafın arkasına da 1928 yazılmış. Muhtemelen fotoğraftaki diğer zatlar ilçenin önde gelenleri.



Resim 3: Babam ilkokul arkadaşları ile (üçüncü diz çökmüş sıra, sağdan dördüncü - sağ ve solundaki arkadaşları Memduha ve Muharrem). Yıl 1944...

Salı, Ekim 13, 2009

Koş(ma)!



Çocukken hep 'koşma' derlerdi. Okulda, koridorda, hoca bağırır 'koşma evladım, koşma oğlum'! Saklanırdık bir köşeye, biraz bekler sonra gene vınnnn... İlkokul 5'e gelince o koşma demeler azalalacağına çoğaldı ama büyükler bizi yarış atı gibi koşturmaktan geri durmadılar! Koridorda bahçede koşarken artık sokaklarda, kaldırımlarda da kursa, dershaneye yetişmek için koşmaya başladık. Bir baktık ki artık durmak yok. Yaş ilerledikçe tempo daha da arttı. Bir kuyruktan diğer kuyruğa koşmayı, otobüslerin, dolmuşların ardından depar atmayı öğrendik. Delikanlılık çağında aşk için dünyanın çevresinde koşarım bile diyenler oldu. Herkes koşmayı öğrendi. Hayat koşmayı bize öğretirken 'düşmek' denen olguyu da bize tanıttı. Biz yirmili yaşlarda hayatı 100 metrelik bir yarış zannederken meğer uzun bir engelli maratona çıkmışız da haberimiz yokmuş. Onu da, düşüp kafa göz yarınca öğrendik. Koşucuların "duvara çarpmak" diye bir terimleri vardır. Bir başka deyişle artık ayakların, vücudun daha fazla dayanamaması hali. Yani koşucunun artık bir adım daha atamayacak duruma gelmesi. Kimilerimiz bunu da yaşadı, ama yine ayağa kalkıp yürümeyi, koşmayı becerdik.


Olgunlaştıkça, maksat spor olsun diye koşmaya başlayanlarımız oldu. Fazla kiloları atmak için yaz tatilinden yirmi gün önce yapılan koşular, gymlerde koşu bantlarında ter atmalar... Koşunun, günlük hayatı yakalamak dışında keyifli bir hobi olduğunu da böylece gördük.


Koşunun bir ibadet olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Geçen sene katıldığım ilk Cancer Research 10 km koşusunda geçirdiğim 1 saat 8 dakika bana o kadar iyi geldi ki anlatamam. Tüm koşu boyunca kaybettiğim dostlarımı hatırladım, onlarla yaşadığımız güzel anıları andım, yanımda koştuklarını hayal ettim, onlarla konuştum, ağladım, güldüm... Benim gibi pek koşmayan, hatta antreman dahi yapmayı unutmuş bir adamın 10 kilometreyi hiç durmadan, nefesi dahi tükenmeden bitirmesi... Dostlarla ibadet işte başka nasıl açıklanır.


Bu yıl, 10k koşusu daha coşkulu oldu. Öncelikle hava yazı aratmayacak kadar güzeldi. Cancer Research UK çalışanları yarışın start çıkışını, doktorlarla beraber yapma onurunu bana verdiler. Doktorlarla tanışma faslı, Peter Sellers filmlerindeki replikleri aratmadı:



- Doktor Johnson

- Hasta Erginoğlu

- Dr. Rene Paris

- Hasta Erginoğlu

- Doktor Llodys

- Hasta Erginoğlu

- Doktor

-Hasta

- Doktor

-Hasta

.

.

.





Start verilirken tavşanın Liv Tyler olacağı söylentisini başlattım, ama doktorlar yemediler... Ve uzun bir düdük sesi ile arkamda 1500 kişi ile Blenheim Sarayı'nın nefis parkuruna çıktık. Tavşan tabii ki Liv Tyler olsa buradan 10km dünya rekoru çıkardı, ama herşeye rağmen buna inanarak gaza gelen bazı sportmen abiler yok değildi. Güya start yaptık ama ilk dakikalarda arkamdan ordu gibi gelen profesyonel koşucuların epey tozunu yuttum. Rampada oflayıp puflayan eski bir kamyon gibi sola yanaşarak (İngiltere'de olduğumuza dikkatinizi çekerim) arkamdaki sabırsız güruha yol verdim. İlk grubun kendi ritmini bulmasıyla biz amatörler de rahata erdik. Güneş tatlı tatlı bizi ısıttıkça ayaklar açıldı, ciğerler saat gibi işlemeye başladı.

Somon füme... Nereden aklıma geldi şimdi? Safa'yı o büyük çınar ağacını arkasında kocaman bir gülümseme ile görür gibi oldum. Bir "Güzel Adam" elinde şarap kadehi, somon fümeleri adabıyla yiyeceğine bulduğu ekmeklerin arasına sıkıştırıp resmen sandviç yapmakta... Ya da gidilen bir kokteylde neredeyse garsonun somon füme tepsisine el koymakta... 'Yok yapmadım' dersen okuyucu belki inanırda, seni tanıma şansına erişmiş dostlar kanmaz. Her şey bir yana, daha koşunun birinci dakikasında aklıma yemek getirdin ya bravo sana! Beyin hücrelerimde somon fümenin 'ye beni' diye tat alma dokularını harekete geçiren kokusu ile birinci kilometre bitti.

Nefes iyi, ayaklar sağlam... Yanımda nefis bir gölet. Çimler sanki elle bir bir ekilmiş gibi kusursuzca uzayıp gidiyor. Güneyden tatlı bir rüzgar esiyor. Emecik Köyü'nün çamları eminim denize inmek ister gibi coşkuyla dans ediyordur bugün. Şu ilerde bizi alkışlayan gurubun içinde el sallayan Ayfer teyze sanki... Vişne likörü mü? Evet, tabii nasıl unuturum. Datça'ya her gelişimde bana tattırdığınız o değişik lezzetlerin arasındadır o. Kendime kızıyorum aslında, neden şu güzel tariflerinizi defterime kaydetmedim diye. Ama sizin o güzel yeşil zetin tarifini annem almış. Denedi müthiş oldu. Ancak vişne likörü... Ah ah! Birader Kerem de güzel yapıyor söyleyeyim. Tabii, sizin ki kadar değil ama boynuz kulağı geçer derler öyle değil mi?

Karşımda 5km tabelası. Ellerinde gitarlar, bir grup genç "Keep on running"i çalıyorlar. Onların arkasında bir ambulans duruyor ve de bir VW Passat. Aynen sizinkinin renginde Oğuz Bey. Ne zaman almıştınız? 2001 di değil mi? VW sevginiz babanızın kaplumbağasından geliyor demiştiniz. Duruyor mu hala o? Belki şimdi oğlunuz biniyordur.

Şaban, dün bir Renault Espace'a bindim seni andım. Yok kardeşim iyi ki almamışsın o Scenic'i. Sarkozy bize laf edeceğine önce kendi arabalarını düzeltsin. Peki geçtim araba muhabbetini. Laptop mu? Şimdi herkeste var. Evet bizim beraber çalıştığımız zaman Genel Müdür'de vardı, ama şimdi yenilerini görsen hayret edersin. Sekizinci kilometreye mi girdik? Hadi canım! Şaban yahu bizi laptop maptop diyerek uyuttun abi! Hiç bir şey anlamadım ne zaman koştum ben 6 ve 7. kilometreleri.

Bu yıl müziksiz koşuyorum. Doğanın sesini dinliyorum. Arkamda bir ortayaşlı bir teyze, yanıma geliyor ve sırtıma şefkatle iki kez vuruyor "You are the inspration!". Kendimi Chicago'nun klibinde gibi hissediyorum. You bring feeling to my life, you're the insppppppraaaatiiiion... Müzik... Bir müzik sesi geliyor kulağıma. Bach! Evet Bach Partitas... Atatürk Kültür Merkezi'ne kimbilir kaç defa girdim çıktım. Ne konserler, ne provalar izledim. Benim altı yaş bilincimle Hülya teyze ve Erdoğan amcam aklımda... Onları düşünmeyeli, hatırlamayalı çok oldu, kızmalıyım kendime... Ya Melek hanım, siz orada mıydınız acaba ben 6 yaşındayken? Radyoterapi sıralarında değil de Atatürk Kültür Merkezi'nde tanışsaydık... Nigel Kennedy'nin provasına arka kapıdan sokar mıydınız beni? Biliyorum tabii ki bir yolunu bulurdunuz.

Son metreler. Finish çizgisinde Mavi ve Rachel bekliyorlar. Benim küçük güzel kızımın yüzündeki heyecan... Tüm dostlarla geçiyorum çizgiyi. Bu yıl ibadeti kısalttık, 57 dakika... Yine sizin hınzırlığınız vallahi ben ekstra bir şey yapmadım. Teşekkür size ve tabii ki;

Beni hiç yalnız bırakmayan "aşklarım" Rachel ve Mavi'ye...

Sabahın köründe kalkıp beni desteklemek için Blenheim'a gelme inceliğini gösteren Su, Ece ve Metin'e..

Sponsor olup kanser araştırmaları için 440 pound toplamama yardımcı olan sevgili ailem, canım annem, babam, Alim (Jr.), Ayşem, Win Michaelsen, Ömer, Suzan Bal, Zeynep, Kerem, Emma, Leon, Di, Rupert'a...

Her daim beni hatırlayan Cağrı Ertürk'e...

Müthiş insanlar Azra ve Chris'e...

Datçalı dostlar Özge ve Cevat'a...

Uzaktan.blogspot.com yazari, muthis anne Muge Karayel'e...

Adama maşallah dedirten tatlı komşularım John ve Mary'ye...

Dostluklarını esirgemeyen Vron, Andrew ve Oliver'a...

hem kendim, hem de Cancer Research adına sonsuz teşekkürler. Sadece bu koşuda sizlerin sayesinde toplam 160,000 pound direkt kanser araştırmalarına gitti. Eh başka ne denir; KEEP ON RUNNING!