Bir eylül sabahı seni bulmak için yollara düştüm. Oysa ki, günün birinde seni kaybedeceğimi sonra da senden bir iz bulabilmek umuduyla yıllar sonra bu yarımadaya tekrar geleceğimi aklımın ucundan geçirmezdim.
Hava sıcaktı. Ağustos böcekleri kulakları sağır edercesine bağırıyorlar, kırlangıçlar kurumuş incir ağaçlarının çevresinde birbirlerini kovalıyorlardı. Rüzgar güneyden ateş topu gibi esiyor, sararmış otları oradan oraya savuruyordu. Eylül senin en sevdiğin aydı. Benim seni bulduğum, öptüğüm, kokladığım ve sonra da kaybettiğim... Ve şimdi ben yollarda seni arıyorum, senden bir iz bulmak için, seni bulmak için.
Taşlıca’ya kadar kah dağlarında kah yanı başımda uzayıp giden çam ormanlarında umutsuzca dolandım. Susuzluğumu şelalede, hani o senin soğuk sularında saçlarını ıslattığın, beni öptüğün, göbeğimle alay ettiğin, kelebeklere ninni mırıldandığın şelalede giderdim. Aradan onca yaz geçmiş olmasına rağmen günlük ağacının kokusu zalimce yokluğunu, terk edişini, terkedilmişliğimi, yalnızlığımı, çaresizliğimi getirdi. Kokular unutulur sanırdım. Meğer kokular adamı elli sene de geçse esir alır, vururmuş tam ciğerinin ortasından.
Taşlıca ismi gibi, yer gök taş. Uzakta yıllar evvel terk edilmiş bir Rum köyü... Eşeğinin üzerine yan oturmuş, içi incir dolu sepetleri ortasında ince bıyığı, kırmızı gömleği ve lacivert kasketi ile Picasso’nun tablolarında çıkmış gibi duran köylü ne aradığımı bilirmiş gibi eliyle uzağı, vadinin içinden yılan gibi kıvrılarak giden patika yolu gösterdi. Geçit vermez bir edayla yola serpilmiş kayaların arasından sana ulaşabilmek için koştum durdum. Bir ara, tepemde dünyayı kasıp kavururcasına yakan güneş beni kendimden geçirmiş olacak ki, iki zeytin arasına boylu boyunca uzanmış bir halde kendim yatar buldum. Uzun kulaklı, zayıf, ıslak burunlu bir tekir yanıma gelip bacaklarımı arasına sokuldu, bir o yana bir bu yana dönerek süründü durdu. Seni sordum, bana öylece baktı, patilerini yaladı sonra yine baktı ve sanki ben hiç o soruyu sormamışım gibi ufka daldı.
Rüzgar batıdan dünyayı alıp götürmek istercesine esiyordu. Bir süre, küçük bir tepeciğin üzerine tüneyip belki rüzgar senden bir şey getirir diye bekledim. Savrulan çamların iğneleri, kumlar kollarıma bacaklarıma battı. Koca bir tomar kuru çalı top gibi yuvarlanıp, dikenlerini batırıp uçup gitti. Canım acıdı...
Bir serçe anlamsızca tepemde uçup durdu. Bilir miydi neyi aradığımı? Yutmanın, görmemenin, susmanın, unutmanın, küsmenin, kurumanın anlamını bilir miydi? Alır mıydı beni yanına? Götürür müydü yuvasına? Serçe durdu, omzuma kondu, “götürürüm” dedi. “Aradığın orada”...
Sana kavuşmak için, senin için koştum, koştum, koştum... Önce rüzgar kokunu getirdi bana. Sonra sesini duyar oldum inceden. Bir an once sana kavusmak, yillarin yüreğimde bıraktığı acıyı dindirmek için var gücümle sana koştum. Onümde sanki hiç sonu yokmuş gibi duran yamaçtan üzerime kayıp da ayaklarımı kan revan içinde bırakan sivri, keskin taşlara aldirmadim. Zirveye iki adim kala dehşet bir korkuya kapıldım. Ya yoksan. Ya orada değilsen diye düşünmeye başladım. O sırada tepemde beliren atmacanın çığlığı ile sendeledim. Nefesimin kesilmesine, bacaklarimdan ince ince süzülen kana, susuzluktan birbirine yapışmış kuru dudaklarıma aldırmadım. Gözlerimi kapadım, bacaklarımı öylece koyverdim...
Hava sıcaktı. Ağustos böcekleri kulakları sağır edercesine bağırıyorlar, kırlangıçlar kurumuş incir ağaçlarının çevresinde birbirlerini kovalıyorlardı. Rüzgar güneyden ateş topu gibi esiyor, sararmış otları oradan oraya savuruyordu. Eylül senin en sevdiğin aydı. Benim seni bulduğum, öptüğüm, kokladığım ve sonra da kaybettiğim... Ve şimdi ben yollarda seni arıyorum, senden bir iz bulmak için, seni bulmak için.
Taşlıca’ya kadar kah dağlarında kah yanı başımda uzayıp giden çam ormanlarında umutsuzca dolandım. Susuzluğumu şelalede, hani o senin soğuk sularında saçlarını ıslattığın, beni öptüğün, göbeğimle alay ettiğin, kelebeklere ninni mırıldandığın şelalede giderdim. Aradan onca yaz geçmiş olmasına rağmen günlük ağacının kokusu zalimce yokluğunu, terk edişini, terkedilmişliğimi, yalnızlığımı, çaresizliğimi getirdi. Kokular unutulur sanırdım. Meğer kokular adamı elli sene de geçse esir alır, vururmuş tam ciğerinin ortasından.
Taşlıca ismi gibi, yer gök taş. Uzakta yıllar evvel terk edilmiş bir Rum köyü... Eşeğinin üzerine yan oturmuş, içi incir dolu sepetleri ortasında ince bıyığı, kırmızı gömleği ve lacivert kasketi ile Picasso’nun tablolarında çıkmış gibi duran köylü ne aradığımı bilirmiş gibi eliyle uzağı, vadinin içinden yılan gibi kıvrılarak giden patika yolu gösterdi. Geçit vermez bir edayla yola serpilmiş kayaların arasından sana ulaşabilmek için koştum durdum. Bir ara, tepemde dünyayı kasıp kavururcasına yakan güneş beni kendimden geçirmiş olacak ki, iki zeytin arasına boylu boyunca uzanmış bir halde kendim yatar buldum. Uzun kulaklı, zayıf, ıslak burunlu bir tekir yanıma gelip bacaklarımı arasına sokuldu, bir o yana bir bu yana dönerek süründü durdu. Seni sordum, bana öylece baktı, patilerini yaladı sonra yine baktı ve sanki ben hiç o soruyu sormamışım gibi ufka daldı.
Rüzgar batıdan dünyayı alıp götürmek istercesine esiyordu. Bir süre, küçük bir tepeciğin üzerine tüneyip belki rüzgar senden bir şey getirir diye bekledim. Savrulan çamların iğneleri, kumlar kollarıma bacaklarıma battı. Koca bir tomar kuru çalı top gibi yuvarlanıp, dikenlerini batırıp uçup gitti. Canım acıdı...
Bir serçe anlamsızca tepemde uçup durdu. Bilir miydi neyi aradığımı? Yutmanın, görmemenin, susmanın, unutmanın, küsmenin, kurumanın anlamını bilir miydi? Alır mıydı beni yanına? Götürür müydü yuvasına? Serçe durdu, omzuma kondu, “götürürüm” dedi. “Aradığın orada”...
Sana kavuşmak için, senin için koştum, koştum, koştum... Önce rüzgar kokunu getirdi bana. Sonra sesini duyar oldum inceden. Bir an once sana kavusmak, yillarin yüreğimde bıraktığı acıyı dindirmek için var gücümle sana koştum. Onümde sanki hiç sonu yokmuş gibi duran yamaçtan üzerime kayıp da ayaklarımı kan revan içinde bırakan sivri, keskin taşlara aldirmadim. Zirveye iki adim kala dehşet bir korkuya kapıldım. Ya yoksan. Ya orada değilsen diye düşünmeye başladım. O sırada tepemde beliren atmacanın çığlığı ile sendeledim. Nefesimin kesilmesine, bacaklarimdan ince ince süzülen kana, susuzluktan birbirine yapışmış kuru dudaklarıma aldırmadım. Gözlerimi kapadım, bacaklarımı öylece koyverdim...
Biliyordum tekrar karşılaşacağımızı, ayrılışın bir son olmadığını, bir kader olmadığını biliyordum. Gözlerimi açtığımda karşımdaydın. Güzel, büyülü ve sonsuz.... Öptüm, öptüm kokladım... Mavi’m diğer yarım benim.
Alimcigim,ne guzel anlatmissin.. sanki Datca seni cagiriyor biryerlerden. yakinda kavusursunuz umarim..sevgiler
YanıtlaSil