Cuma, Kasım 03, 2006
GEZGIN MEDENIYETTE SASAR!
Bir gun boyle bir sey olacagini biliyordum. Basima sonunda geldi…
Her sabah Londra’ya binlerce kisi, kuzeyden, guneyden, dogudan, batidan yani guney Britanya’nin her noktasindan calismak uzere baskente akin ediyor. Aksam da yine bir o kadar insan geldikleri gibi evlerine geri donuyorlar. Kolay is degil bu. Yorucu, yipratici, sinir bozucu. Ben de bu guruhun icinde her gun Oxford’dan Londra’ya gocuyorum, aksam isim bitince de yine trenle memlekete donuyorum. Gunler uzunken iyi de, kis geldiginde gunler kisaldiginda bu gidip gelmeler iyice tatsizlasiyor. Aydinlikta insan en azindan arada kitabindan, gazetesinden basini kaldirip Ingiltere’nin yemyesil otlaklarina dalip gozunu dinlendirebiliyor. Karanlikta ise, karalar baglamis ruh iyice daraliyor, vagonun icindeki floresan isigina bakan gozler yorgunluktan kayip gidiyor. Bitap dusmus beden bazen kendini koyveriyor. Bu uykular bir sonraki istasyonun anonsu ile bolununce insan saskin bir sekilde uyaniyor. “Basimi yandaki lordun omzuna koymus muyum, salyam adamin halis Highland kumasindan yapilmis ceketine akmis mi?” endisesi bir kac saniyelik bir sersemlik yaratiyor. Kimi zaman uykular oyle derin oluyor ki, basima gelmesinden korktugum ama eninde sonunda gelecegini bildigim hadise sonunda oluyor.
Misil misil uyumaktayim. Ruyamda bir ziyafette yemekleri mideye indiriyorum. Keyfim yerinde. Yemege davet eden adamin miriltili konusmasi ninni gibi geliyor. Ninni dozu artiyor, garip mikrofonik bir ses aliyor ve........ uyaniyorum. Ne ninnisi, konduktor anons yapiyor, “Hanborough is the next station”. Ne, ne boroughsi kardesim? Neredeyim ben? Sersemlik telasa donusuyor. Kitabimi, gazeteleri hisimla toplayip, cantami kaptigim gibi burnumu cama dayayip karanliga bakiyorum. Mehtap paril paril parliyor. Ucsuz bucaksiz bir ova... Tren bir platformda duruyor. Hemen atliyorum trenden. Uc bes insan daha iniyor. Kucuk bir tabelada “Hanborough” yaziyor. Ne gormuslugum, ne de duymuslugum var. İstasyondan karsi platforma gecer ve gelen bir tren ile Oxford’a donerim diye dusunuyorum. Etrafta bir istasyon binasi gozukmuyor. Gozum bir ust gecit ariyor, o da yok! Kasla goz arasinda o uc bes insanda arabalarina atlayip gozden kayboluyorlar. Yasli bir kadin bisikletine binip gitmek uzereyken pesinden kosuyorum. Kekeleyerek, “Oxfo.., Oxford’a nasil donebilirim?” cumlesi agzimdan cikiyor. Kadin halime aciyor ama gercek ortada. “Bakin burasi bir avuc insanin yasadigi bir koy, Oxford’a belki bir tren iki saat sonra gecer, belki de gecmez. “Otobus?”... “Otobus ile Woodstock’a gidebilirsiniz, ama bu saatte otobus isler mi, inanin bilmiyorum”. Anayolu parmagiyla gosterip goz acip kapayincaya kadar o da gidiyor. Hanborough denen yol gecmez kervan gecmez bir koyde gecenin bir yarisi yalniz basima saga sola kosturuyorum. Koy diyorlar, ama ortada bir ev falan da yok. Bu memlekette her adim basi bir pub olur, o da yok! Yuruyen insan yok, istasyon yok, ev yok, otobus yok, yok da yok! “Bir gun basima boyle bir sey gelecegini biliyordum”deyip oyle tedbirsizce uyudugum icin kendime kiziyorum. Karsimda ucsuz bucaksiz bir ova uzayip gidiyor. Biri gelip beni kesse kimsenin ruhu duymaz. Kurda kusa yem olmak da var. Hava da inadina soguk. Gunlerdir iyi giden havalarin, bugun Norvec uzerinden gelen soguk hava dalgasina girecegi tuttu. Nasil bir ayaz, Ankara’nin kisini aratmayacak cinsten. Uzerimde kiytirik bir polar, belki bir otobus gecer diye bir agacin altinda bekliyorum. Ben ki, Laos’un daglarinda dolasmis, Burma’nin yilanli patikalarinda yonumu bulmus, Kambocya’da mayin tarlalarini asmis gezgin, su Hamborough denen kel koyden Oxford’a donemiyor! Iste gezgin boyle medeniyette sasip kalir! Hadi bakalim,
saril cep telefonuna, kurtarsin seni karin. Hadi hayirli isler...
Her sabah Londra’ya binlerce kisi, kuzeyden, guneyden, dogudan, batidan yani guney Britanya’nin her noktasindan calismak uzere baskente akin ediyor. Aksam da yine bir o kadar insan geldikleri gibi evlerine geri donuyorlar. Kolay is degil bu. Yorucu, yipratici, sinir bozucu. Ben de bu guruhun icinde her gun Oxford’dan Londra’ya gocuyorum, aksam isim bitince de yine trenle memlekete donuyorum. Gunler uzunken iyi de, kis geldiginde gunler kisaldiginda bu gidip gelmeler iyice tatsizlasiyor. Aydinlikta insan en azindan arada kitabindan, gazetesinden basini kaldirip Ingiltere’nin yemyesil otlaklarina dalip gozunu dinlendirebiliyor. Karanlikta ise, karalar baglamis ruh iyice daraliyor, vagonun icindeki floresan isigina bakan gozler yorgunluktan kayip gidiyor. Bitap dusmus beden bazen kendini koyveriyor. Bu uykular bir sonraki istasyonun anonsu ile bolununce insan saskin bir sekilde uyaniyor. “Basimi yandaki lordun omzuna koymus muyum, salyam adamin halis Highland kumasindan yapilmis ceketine akmis mi?” endisesi bir kac saniyelik bir sersemlik yaratiyor. Kimi zaman uykular oyle derin oluyor ki, basima gelmesinden korktugum ama eninde sonunda gelecegini bildigim hadise sonunda oluyor.
Misil misil uyumaktayim. Ruyamda bir ziyafette yemekleri mideye indiriyorum. Keyfim yerinde. Yemege davet eden adamin miriltili konusmasi ninni gibi geliyor. Ninni dozu artiyor, garip mikrofonik bir ses aliyor ve........ uyaniyorum. Ne ninnisi, konduktor anons yapiyor, “Hanborough is the next station”. Ne, ne boroughsi kardesim? Neredeyim ben? Sersemlik telasa donusuyor. Kitabimi, gazeteleri hisimla toplayip, cantami kaptigim gibi burnumu cama dayayip karanliga bakiyorum. Mehtap paril paril parliyor. Ucsuz bucaksiz bir ova... Tren bir platformda duruyor. Hemen atliyorum trenden. Uc bes insan daha iniyor. Kucuk bir tabelada “Hanborough” yaziyor. Ne gormuslugum, ne de duymuslugum var. İstasyondan karsi platforma gecer ve gelen bir tren ile Oxford’a donerim diye dusunuyorum. Etrafta bir istasyon binasi gozukmuyor. Gozum bir ust gecit ariyor, o da yok! Kasla goz arasinda o uc bes insanda arabalarina atlayip gozden kayboluyorlar. Yasli bir kadin bisikletine binip gitmek uzereyken pesinden kosuyorum. Kekeleyerek, “Oxfo.., Oxford’a nasil donebilirim?” cumlesi agzimdan cikiyor. Kadin halime aciyor ama gercek ortada. “Bakin burasi bir avuc insanin yasadigi bir koy, Oxford’a belki bir tren iki saat sonra gecer, belki de gecmez. “Otobus?”... “Otobus ile Woodstock’a gidebilirsiniz, ama bu saatte otobus isler mi, inanin bilmiyorum”. Anayolu parmagiyla gosterip goz acip kapayincaya kadar o da gidiyor. Hanborough denen yol gecmez kervan gecmez bir koyde gecenin bir yarisi yalniz basima saga sola kosturuyorum. Koy diyorlar, ama ortada bir ev falan da yok. Bu memlekette her adim basi bir pub olur, o da yok! Yuruyen insan yok, istasyon yok, ev yok, otobus yok, yok da yok! “Bir gun basima boyle bir sey gelecegini biliyordum”deyip oyle tedbirsizce uyudugum icin kendime kiziyorum. Karsimda ucsuz bucaksiz bir ova uzayip gidiyor. Biri gelip beni kesse kimsenin ruhu duymaz. Kurda kusa yem olmak da var. Hava da inadina soguk. Gunlerdir iyi giden havalarin, bugun Norvec uzerinden gelen soguk hava dalgasina girecegi tuttu. Nasil bir ayaz, Ankara’nin kisini aratmayacak cinsten. Uzerimde kiytirik bir polar, belki bir otobus gecer diye bir agacin altinda bekliyorum. Ben ki, Laos’un daglarinda dolasmis, Burma’nin yilanli patikalarinda yonumu bulmus, Kambocya’da mayin tarlalarini asmis gezgin, su Hamborough denen kel koyden Oxford’a donemiyor! Iste gezgin boyle medeniyette sasip kalir! Hadi bakalim,
saril cep telefonuna, kurtarsin seni karin. Hadi hayirli isler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)